Skip to Main Content
   
               

Sürdürülebilirlik Rehberi

Sürdürülebilir bir dünya yaratmak, hepimizin sorumluluğu.

Tarihçe

Kanunlar

İnsanlık, tarih boyunca doğayla karşılıklı ve karmaşık etkileşimler kurmuş, bu etkileşimler zamanla çevresel kaynakların yönetimi ve sürdürülebilir kullanım konularını gün yüzüne çıkarmıştır. İlk yerleşik toplumların tarımı keşfetmesiyle birlikte, doğa ile kurulan ilişki daha bilinçli bir hâl almış, doğal kaynakların sürdürülebilir bir şekilde kullanılması gerekliliği giderek önem kazanmıştır. Özellikle erken tarıma dayalı yaşam süren topluluklar, çevresel faktörlerle olan etkileşimlerini artırarak doğayı anlamaya çalışmış, bunun sonucu olarak kaynakların yönetilmesi ve korunması adına ilk adımlar atılmaya başlanmıştır. Fırat ve Dicle nehirlerinin sunduğu sulama potansiyeliyle verimli topraklar üzerine kurulan Mezapotamya'da, tarım tekniklerinin yanı sıra sulama sistemleri ve su yönetimi konularında da ilerleme kaydedilmiştir (Bulut ve Kurt, 2020). Erken Mezopotamya toplumları sulama yöntemlerini geliştirerek, doğayı kontrol altına almaya çalışmış, bu yaklaşım tarımsal verimliliği artırmaya yönelik stratejilerle birleşmiştir. Özellikle Sümerler, sulama sistemlerini geliştirerek bu sistemlerin sürekli bakımını sağlamıştır. Bu çaba, doğal kaynakların yönetimi ve korunması adına ilk örneklerdendir. Mezopotamya’daki Hammurabi Kanunları ise suyun adil bir şekilde paylaşılması konusunda hükümler barındırarak kaynakların sürdürülebilir kullanımını hukuki bir çerçeveye kavuşturmuştur (Paulette, 2012). Bu, erken dönemde doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı konusunda atılmış önemli bir adım olarak değerlendirilmiştir. Mısır uygarlığı, Nil Nehri taşkınlarından yararlanarak verimli tarım alanları yaratmıştır. Ancak verimli toprakların korunması ve yönetilmesi için gelişmiş sulama sistemlerine de ihtiyaç duyulmuştur. Nil Nehri’nin taşkınlarının doğru tahmin edilmesi ve bu taşkınlardan en iyi şekilde yararlanılması, Mısır halkının kaynakları sürdürülebilir bir biçimde kullanmalarını sağlamıştır (Adams, 1981). Mısırlı yöneticiler, halkı sulama sistemlerinin bakımına ve yönetimine dair eğitmek için de çeşitli pratikler geliştirmiş ve bu pratikler zaman içerisinde toplumsal bir norm haline gelmiştir. Bu yaklaşımlar doğayı yalnızca bir tüketim kaynağı olmaktan çıkarmış, sürdürülebilir bir yaşam için dengeli bir kullanımı beraberinde getirmiştir (Dumlu, Şahin ve Şahin, 2003). Antik Asya medeniyetlerinden Çin ve Hindistan da doğanın yönetilmesi ve korunması konusunda benzer anlayışlar geliştirmiştir. Çin’de özellikle Qin ve Han hanedanlıkları döneminde, sulama tekniklerinin geliştirilmesi ve tarım alanlarının korunması öncelikli bir konu olmuştur. Bu dönemde, sulama kanallarının inşası ve baraj sistemlerinin kurulmasıyla toprak erozyonunun önlenmesine yönelik çeşitli teknikler geliştirilmiştir (Hansen, 2000; de Crespigny, 2007; Bielenstein, 1986). Hindistan'da ise, Indus Vadisi medeniyetlerinden Harappa ve Mohenjo-Daro'da su yönetimi ve ormanların korunmasına dair erken örnekler uygulanmıştır. Bu medeniyetler, su depoları ve kanalizasyon sistemleri inşa ederek, suyun korunmasını sağlamış ve şehir yaşamını sürdürülebilir hale getirmiştir (Yıldırım ve Gökşen, 2023). Eski Yunan ve Roma’daki filozof ve yöneticiler, doğa ile insan arasındaki ilişkinin felsefi temellerini atmışlardır. Yunanlı filozoflar, doğanın korunması gerektiği fikrini savunmuş ve bu düşünce Roma İmparatorluğu’na kadar etkisini sürdürmüştür. Platon ve Aristoteles, ılımlılık erdemi ile sürdürülebilirlik arasında önemli bir bağ kurmuşlardır. Platon, adalet erdemini sürdürülebilirlik ile ilişkilendirerek onu, bilgelik, cesaret ve ılımlılığın dengeli bir birleşimi olarak tanımlamıştır. Aristoteles ise etik erdemi, sürdürülebilir bir dengeyi temsil eden ılımlı bir orta yol olarak kabul etmiştir (Molotokienė, 2020). Bu anlayış, erken dönem çevre, etik ve sürdürülebilirlik kavramlarının gelişimine temel teşkil etmiştir. Roma İmparatorluğu'nda, ormanların korunması ve toprak verimliliğinin uzun vadede sağlanması için çeşitli yasalar çıkarılmıştır. Bu yasalar, doğal kaynakların korunması adına tıpkı Hammurabi Kanunları gibi erken bir hukuki yaklaşım sergilemiştir (McCormick, 2001; Sachs, 2006). Erken dönem insanlık tarihindeki doğa anlayışı başlangıçta doğanın sınırsız bir kaynak olarak görülmesi şeklindeyken, zamanla doğanın sınırlı bir kaynak olduğu yönünde değişim göstermiştir. Tarım alanındaki sulama sistemleri, orman yönetimi, toprak işleme yöntemleri ve suyun dağıtımı gibi uygulamalar, bu dönemde sürdürülebilirlik anlayışının temellerini atmıştır (Özgüner, 2024). İlk yerleşik toplumların doğaya duyduğu bu hassasiyet, zamanla daha büyük medeniyetlerde ekolojik yönetim politikalarına dönüşmüş ve doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımına dair anlayışlar gelişmiştir. Erken dönem uygarlıkları doğa ile denge içinde bir yaşam sürmeye çalışırken, bu süreçte ortaya çıkan çeşitli pratikler günümüz sürdürülebilirlik anlayışının gelişiminde önemli bir rol oynamıştır.

Dini ve Felsefi Perspektiflerin Etkisi

Ortaçağ ve Rönesans dönemi doğa ile insan arasındaki ilişkinin evriminde önemli bir rol oynamış ve sürdürülebilirlik fikrinin temellerinin atılmaya başlandığı kritik dönemler olarak tarihe geçmiştir. Bu iki dönemde, doğa çeşitli dini ve felsefi perspektiflerle anlamlandırılmış, çevreye dair anlayışlar ve uygulamalar bu bakış açılarına göre şekillendirilmiştir. Ortaçağ'da doğa, genellikle Tanrı'nın bir emaneti olarak kabul edilmiş ve insanın görevi doğayı koruyarak ona zarar vermemek olarak görülmüştür. Bu dönemde Hristiyanlık, doğanın korunması gerektiği fikrini vurgulayan öğretiler sunmuş, insanları doğaya karşı sorumlu tutmuştur. Hristiyan anlayışı Batı Avrupa'da ormanların korunması, tarım arazilerinin yönetimi ve su kaynaklarının kullanımı gibi konularda erken sürdürülebilirlik uygulamalarının temelini atmıştır. Manastırların kurduğu bahçeler ve ormanlar, bu dönemde doğaya yönelik dikkatli ve dengeli bir yaklaşımın örnekleri olarak kabul edilmiştir (Bilgili, Aslantürk ve Firidin, 2015). İslam dini de benzer şekilde doğayı Tanrı'nın bir emaneti olarak görmüş ve insanları doğanın korunması gerektiği konusunda uyarmıştır. Kuran- Kerim, doğanın tahrip edilmesinden kaçınılması gerektiğini belirtmiş ve insanların doğal kaynakları savurganca kullanmamaları gerektiğini ifade etmiştir. İslam’ın doğa ile ilişkisi, "israf" kavramı üzerinden şekillenmiş; israf yalnızca aşırı harcama değil, aynı zamanda çevreye zarar veren davranışlar olarak da kabul edilmiştir (Bilgili, Aslantürk ve Firidin, 2015). Rönesans dönemi, doğa ve insan arasındaki ilişkinin yeniden şekillendiği, bilimsel düşüncenin hızla geliştiği bir dönemi simgeler. Bu dönemde doğa, sadece dini bir öğreti olarak değil, aynı zamanda gözlemler ve deneylerle anlaşılması gereken bir sistem olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Galileo ve Kepler gibi bilim insanları, doğayı sistematik olarak anlamaya yönelik çalışmalar yaparak, doğanın korunmasına dair düşüncelerin evriminde önemli bir aşama kaydedilmesine olanak sağlamıştır (Collingwood,1945; Asimov, 1982). Rönesans'taki bilimsel yaklaşım, doğayı insanın kontrol edebileceği bir kaynak olarak görmüş, ancak bu kaynakların aşırı tüketilmesinin doğal dengeyi bozacağı fikrini de gündeme getirmiştir. Francis Bacon ve René Descartes gibi düşünürler, doğanın bilimsel yöntemlerle kontrol edilebileceğini savunmuş ve doğaya yapılan müdahalelerin etik sorumluluk taşıması gerektiğini vurgulamışlardır (Wikipedia, 2024). Bu dönemdeki bilimsel bakış açısı, doğanın işleyişine dair insanın sorumluluğunu da ortaya koymuştur. Rönesans’tan itibaren doğaya yaklaşım sadece bilimsel gözlemlerle değil, aynı zamanda etik bir sorumluluk anlayışı ile de şekillenmiştir. Aldo Leopold, doğa ve insan arasındaki ilişkinin etik bir sorumluluk taşıması gerektiğini savunmuş ve "Toprak Etiği" kavramını geliştirmiştir (Özdağ, 2005). Leopold’a göre, insanlar doğaya zarar verirken onun içsel değerini göz ardı etmekte ve ekosistemlerin denge içinde işleyişine müdahale etmektedir. Bu bakış açısı, sürdürülebilirlik fikrinin gelişimine önemli bir katkı sağlamış ve doğanın korunmasına yönelik etik bir çerçeve sunmuştur (Leopold, 1949). Bu dönem ile birlikte, doğaya karşı etik bir sorumluluğun da var olduğu fark edilmiştir. İnsanın doğa ile ilişkisi ele alınırken, sadece ekonomik ya da teknik yaklaşımlar değil, aynı zamanda ahlaki sorumluluklar da ele alınmıştır. Bu etik düşünceler, sürdürülebilirlik anlayışının temel taşlarını oluşturmuş ve insanların doğayla uyumlu bir şekilde yaşaması gerektiği fikrini pekiştirmiştir. Sonuç olarak, Ortaçağ ve Rönesans dönemi, doğa ile insan arasındaki ilişkinin şekillendiği ve sürdürülebilirlik anlayışının temel ilkelerinin atıldığı kritik zaman dilimleri olarak değerlendirilmiştir. Ortaçağ’da, dini öğretiler doğanın korunmasına dair temel bir anlayış geliştirmiş ve çevreye karşı sorumluluk bilincinin oluşmasına yardımcı olmuştur. Rönesans ile birlikte ise bilimsel düşüncenin etkisiyle doğa daha sistematik bir şekilde incelenmiş ve insanın doğaya karşı etik sorumlulukları üzerinde derinlemesine bir düşünme süreci başlamıştır. Bu dini ve felsefi bakış açıları, günümüzdeki sürdürülebilirlik anlayışının temellerini atmış ve doğal kaynakların korunması adına etik sorumlulukları içeren yaklaşımların  geliştirilmesine olanak sağlamıştır.

Çevresel Sorunların Başlangıcı ve Çevre Hareketlerinin Doğuşu

Sanayi Devrimi, insanlık tarihinin en önemli dönüşüm süreçlerinden biri olarak, çevresel sorunların ortaya çıkmasına neden olan kritik bir dönüm noktası olmuştur. 18. yüzyılın sonlarına doğru İngiltere'de başlayan Sanayi Devrimi, kısa bir süre içinde Avrupa ve Kuzey Amerika'ya yayılmış, toplumsal ve ekonomik yapıyı derinden etkilemiştir. Bu dönemde, fabrikaların sayısının artması, kömürün enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlanması, büyük ölçekli üretim yöntemlerinin uygulanması ve endüstriyel teknolojilerin gelişmesiyle birlikte doğal kaynaklar hızla tükenmeye başlamış, bu değişim çevresel sorunların büyümesine yol açmıştır. Özellikle ekonomik büyüme ile paralel bir şekilde doğal kaynakların aşırı kullanımı, sürdürülebilirlik anlayışında önemli bir dönüşüm sürecini başlatmştır (McKibben, 1989). Sanayi Devrimi ile birlikte doğal kaynaklara olan talep artmış, bu durum kaynakların aşırı ve kontrolsüz şekilde kullanılmasına yol açmıştır. Kömür, bu dönemin en önemli enerji kaynağı haline gelmiş ve kömürün yanmasıyla üretilen buhar enerjisi, fabrikaların işletilmesinin yanı sıra ulaşım sistemlerinin çalıştırılmasında da temel bir enerji kaynağı olmuştur. Ancak, kömürün çıkarılması esnasında doğal alanların tahrip edilmesi ve ormanların yok edilmesi, akabinde kömürün yanması ile hava kirliliğinin artması çevresel sorunların temelini oluşturmuştur. Fabrikaların kurulduğu bölgelerde, kükürt dioksit ve karbon monoksit gibi kirleticilerin atmosfere salınımı hava kirliliğine yol açmış ve bu durum insan sağlığı açısından ciddi tehditler oluşturmuştur (Hughes, 1993). Sanayi Devrimi ile birlikte tekstil ve gıda endüstrilerindeki hammaddelere yönelik talep de artmıştır. Bu süreçte, gıda üretim alanlarının hızla büyüyen nüfus ve endüstriyel talepler doğrultusunda dönüştürülmesi, toprak verimliliğini olumsuz yönde etkilemiş ve doğal kaynakların tükenmesine neden olmuştur. Ayrıca, madenlerin hızla çıkarılması ve taşınması, çevresel tahribatı artırmış, bu da biyolojik çeşitliliğin kaybına yol açmıştır (Hughes, 1993). Bunların yanı sıra Sanayi Devrimi, çevre kirliliğinin sistematik bir şekilde artmasına yol açmıştır. Endüstriyel faaliyetler, kirliliğin her türlüsünü (hava, su ve toprak kirliliği) tetiklemiş ve bu kirliliğin uzun vadeli etkileri doğayı ve toplumu önemli ölçüde etkilemiştir. Hava kirliliği, özellikle şehirleşmenin yoğun olduğu bölgelerde belirgin hale gelmiş, fabrikalardan ve kömürlü ocaklardan çıkan gazlar atmosferi kirletmiştir. Ayrıca, nehirlerin kirlenmesi de önemli bir çevresel sorun olmuştur. Tekstil ve kimya endüstrilerinden gelen zehirli atıklar, su kaynaklarını kirletmiş ve su ekosistemlerinde ciddi bozulmalara yol açmıştır. Bu kirlilik, sadece doğal yaşamı tehdit etmekle kalmamış, aynı zamanda insanların sağlığını da riske atmıştır. 19. yüzyılda, özellikle büyük sanayi şehirlerinde, hava kirliliği nedeniyle ciddi sağlık sorunları ortaya çıkmış ve bunlar sanayileşmenin doğrudan bir sonucu olarak kabul edilmiştir (McKibben, 1989). Sanayi Devrimi’nin doğaya etkisi yalnızca hava ve su kirliliğiyle sınırlı kalmamıştır. Ormanların tahrip edilmesi, tarım alanlarının genişletilmesi ve inşaat alanları yaratmak amacıyla büyük doğa alanlarının yok edilmesi, biyolojik çeşitliliği tehdit etmeye başlamıştır. Özellikle Kuzey Amerika'da, tarım için arazi açmak amacıyla ormanlar hızla kesilmiş ve bu durum hayvanların yaşam alanlarının yok olmasına neden olmuştur (McKibben, 1989). Benzer şekilde tarım için alan açılmasının yanında maden çıkarma faaliyetleri de hızla artmıştır. Maden ocaklarının açılması, ekosistemlerin bozulmasına, su yollarının kirlenmesine ve toprak verimliliğinin azalmasına yol açmıştır. Bu değişiklikler, özellikle hayvanlar ve bitkiler için hayati öneme sahip olan doğal alanların yok olmasına ve dolayısıyla biyolojik çeşitliliğin kaybına neden olmuştur. Sanayi Devrimi’nin çevresel etkileri, sadece doğayı değil, aynı zamanda toplumu da etkilemeye başlamıştır. 19. yüzyılın sonlarına doğru çevre bilincinin artması ve sanayileşmenin olumsuz etkilerinin fark edilmesiyle birlikte, çevre hareketlerinin temelleri atılmaya başlanmıştır. John Muir ve Sierra Club, bu hareketlerin öncüsü olarak kabul edilebilir. 1866 yılında kurulan Sierra Club, doğayı koruma amacını güden ilk büyük sivil toplum kuruluşlarından biri olmuş ve bu hareket, doğa koruma bilincinin toplumda yayılmasında önemli bir rol oynamıştır (Cohen, 1988). John Muir ise doğanın korunması gerektiğini savunmuş ve bu konuda yaptığı çalışmalar ile çevre koruma hareketinin güçlenmesine katkı sağlamıştır. Sanayi Devrimi’nin çevreye olan olumsuz etkilerinin fark edilmesi, çevre bilincinin artmasına ve doğa ile insan arasındaki ilişkinin yeniden şekillendirilmesine zemin hazırlamıştır. John Muir ve diğer çevre aktivistleri, doğanın sadece ekonomik çıkarlar için değil, aynı zamanda insanlık için değerli bir varlık olduğunu vurgulamışlardır. Bu düşünce, sürdürülebilirlik kavramının temellerinin atılmasında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu bağlamda, çevre koruma hareketinin temelleri Sanayi Devrimi’nin doğaya verdiği zararların bir sonucu olarak şekillenmiş ve doğal kaynakların korunması ve çevre dostu politikaların geliştirilmesi gerektiği anlayışı pekişmiştir.

Sürdürülebilir Kalkınma ve Çevre Bilincinin Yükselişi

20. yüzyılın ilk yarısında, çevresel sorunlar büyük ölçüde ekonomik kalkınmanın önündeki engeller olarak görülmemiştir. Sanayi Devrimi'nin etkisiyle hızla büyüyen endüstriyel toplumlarda, doğal kaynaklar genellikle sınırsız bir şekilde kullanılabilecek malzeme kaynakları olarak kabul edilmiştir. Ekonomik büyüme, ilerleme ve kalkınma, sanayileşme süreçlerinin temel hedefleri olarak belirlenmiş ve çevresel kaygılar çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Özellikle 1930’larda Büyük Buhran doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi ve çevresel etkilerle ilgili düşüncelerin gelişmesini engelleyen bir faktör olmuştur. Bu dönemde çevresel problemler, daha çok sosyal ve ekonomik gelişmeye engel teşkil etmeyen unsurlar olarak kabul edilmiştir (McKibben, 1989). Ancak, 1930'ların sonlarına gelindiğinde, doğal kaynakların sınırsız olmadığına dair düşünceler giderek daha fazla tartışılmaya başlanmıştır. Bu düşünce, sanayileşmenin ve aşırı tüketimin uzun vadeli etkilerinin daha fazla fark edilmesiyle şekillenmiştir. Özellikle tarımda kullanılan kimyasallar ve endüstriyel atıkların doğa üzerindeki olumsuz etkilerinin fark edilmesi, çevreye duyarlı yeni bakış açılarını beraberinde getirmiştir. Ancak bu dönemde çevresel sorunlar hala daha çok ekonomik ve ticari büyüme hedefleriyle karşı karşıya kalmış, çevre bilinci yeterince gelişmemiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısında, çevresel sorunlar dünya çapında daha geniş bir dikkatle ele alınmaya başlanmıştır. Rachel Carson’ın 1962 yılında yayımladığı Silent Spring (Sessiz Bahar) adlı kitap çevre bilincinin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Carson, kitabında pestisit ve diklorodifeniltrikloroetanın (DDT) ekosistemler üzerindeki tahripkâr etkilerini gözler önüne sererek, doğanın korunması gerektiği fikrinin hızla yayılmasına katkı sağlamıştır. Carson’ın çalışmaları, çevre bilincinin artmasına ve doğal kaynakların korunmasına dair küresel bir hareketin doğmasına zemin hazırlamıştır. Kitap, pestisitlerin sadece zararlı haşereleri öldürmekle kalmadığını, aynı zamanda toprak, su ve hava gibi ekosistemlerin tüm unsurlarına zarar verdiğini ortaya koymuş ve çevreyi korumaya yönelik ilk halk hareketlerinin hız kazanmasını sağlamıştır (Carson, 1962). Rachel Carson’ın etkisiyle doğa ve insan sağlığı arasındaki ilişki daha net bir şekilde ortaya konmuş, çevre kirliliğinin sadece çevreyi değil, insan yaşamını da tehdit ettiği vurgulanmıştır. 1972 yılında yapılan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı (Stockholm Konferansı), çevresel sürdürülebilirliği küresel bir mesele olarak ilk kez dünya çapında gündeme taşımıştır. Bu konferans, çevre koruma ve kalkınma arasındaki ilişkiyi vurgulayarak, çevresel sorunların yalnızca yerel değil, küresel bir boyuta sahip olduğunu gözler önüne sermiştir (United Nations, 1972). Konferansın sonucunda, çevresel sürdürülebilirlik alanında birtakım öneriler geliştirilmiş, çevre politikaları küresel bir sorumluluk olarak kabul edilmiştir. Çevreye duyarlı sanayileşme ve kentsel planlama gibi kavramlar, kamu politikalarında yer bulmaya başlamış ve çevresel korumanın ekonomik kalkınma ile uyumlu hale getirilmesi gerektiği fikri benimsenmiştir. Aynı zamanda, çevre kirliliğini önlemek ve doğal kaynakları korumak adına uluslararası işbirliklerinin gerekliliği vurgulanmıştır. Bu konferans, sürdürülebilir kalkınma düşüncesinin temellerini atan önemli bir adım olmuş ve çevre koruma hareketini küresel bir boyuta taşımıştır (United Nations, 1972). 20. yüzyılın ilk yarısında çevresel sorunlar çoğunlukla ekonomik kalkınmanın engelleri olarak görülürken, 1960’lardan itibaren çevre bilinci daha sistematik bir hale gelmiş ve bu sorunun küresel bir tehdit oluşturduğunun farkına varılmıştır. Rachel Carson’ın etkisiyle çevre hareketlerinin yükselmesi, Stockholm Konferansı ile çevresel sürdürülebilirliğin küresel bir sorumluluk olarak kabul edilmesi 20. yüzyılın önemli kilometre taşları olmuştur.

Küresel Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve Yeni Dönem Yaklaşımlar

21. yüzyıl, sürdürülebilirlik anlayışında derin bir dönüşümü işaret etmektedir. İlk başlarda çevresel bir mesele olarak algılanan sürdürülebilirlik, zamanla sosyal ve ekonomik boyutlarıyla da şekillenmiş ve çok daha kapsamlı bir kavram halini almıştır. Bu dönemde, doğal kaynakların korunmasının yanı sıra, yoksullukla mücadele, toplumsal eşitsizliklerin giderilmesi ve ekonomik kalkınmanın çevresel zararlar vermeden sağlanması gibi çok boyutlu hedefler de ön plana çıkmıştır. Birleşmiş Milletler (BM), 2000 yılında Milenyum Kalkınma Hedefleri'ni (MDG) belirleyerek 2015 yılına kadar dünya genelinde önemli kalkınma hedeflerine ulaşmayı amaçlamıştır. Bu hedefler, yoksullukla mücadele, açlık, sağlık, eğitim, eşitsizliklerin giderilmesi ve çevre sürdürülebilirliği gibi çok önemli konuları içermekteydi (United Nations, 2000). Ancak, bu hedeflerin uygulanmasında bazı zorluklar yaşanmış ve özellikle çevresel sürdürülebilirlikle ilgili hedefler, beklenen etkiyi yaratmada yetersiz kalmıştır. Birleşmiş Milletler 2015 yılında Milenyum Kalkınma Hedefleri’nin yerini alan Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ni (SDG) 17 hedef ile açıklamıştır. Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, çevresel sürdürülebilirliğin yanı sıra, yoksulluğun sona erdirilmesi, açlıkla mücadele, kaliteli eğitim, cinsiyet eşitliği, temiz su ve sanitasyon gibi sosyal ve ekonomik sorunlara çözüm aramaktadır. Bu hedefler, 193 üye ülkeden her birinin ulusal önceliklerine ve kapasitesine göre şekillendirilmiş ve uygulanmaya başlanmıştır (United Nations, 2015). Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, dünyanın karşı karşıya olduğu zorluklara, örneğin iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı, eşitsizlikler ve kaynak kıtlıkları gibi sorunlara çözüm aramayı hedeflemektedir. Bu 17 hedefin her biri, toplumsal, ekonomik ve çevresel faktörleri birleştirerek küresel sürdürülebilirliği teşvik etmektedir. Bugün, sürdürülebilirlik yalnızca devletlerin politikalarına değil, tüm endüstrilere de entegre edilmiş bir stratejik hedef haline gelmiştir. Endüstriler, üretim süreçlerini daha çevre dostu hale getirmek, enerji verimliliğini artırmak ve karbon ayak izlerini azaltmak için çeşitli yenilikçi yaklaşımlar geliştirmektedir. Bu bağlamda, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı, küresel çapta önemli bir sürdürülebilirlik stratejisi olarak öne çıkmaktadır. Rüzgar enerjisi, güneş enerjisi ve hidroelektrik enerji gibi yenilenebilir kaynaklar, fosil yakıtların yerini alarak karbon emisyonlarını önemli ölçüde azaltmakta ve çevre dostu büyümenin temelini atmaktadır (Gielen, 2019). Bir diğer önemli gelişme, döngüsel ekonomi anlayışının giderek daha yaygın hale gelmesidir. Döngüsel ekonomi, kaynakların sürekli olarak yeniden kullanılmasını, geri dönüştürülmesini ve atıkların minimize edilmesini amaçlayan bir modeldir. Bu yaklaşım, geleneksel "al, üret, tüket, at" modelinin aksine, doğal kaynakların tükenmesini engellemeyi ve daha verimli kullanımını sağlamayı hedefler. Döngüsel ekonomi, endüstriyel süreçlerin daha sürdürülebilir hale gelmesini sağlamaktadır. Örneğin, geri dönüştürülebilir malzemelerin kullanımı, sıfır atık hedeflerine ulaşmak için sanayilerdeki üretim süreçlerini yeniden yapılandırmak gibi uygulamalar döngüsel ekonomi çerçevesinde yer almaktadır (Geissdoerfer ve diğerleri, 2017). Karbon nötr hedefler, özellikle sanayi ve enerji sektörlerinde sürdürülebilirlik stratejilerinin merkezinde yer almaktadır. Birçok ülke ve şirket, 2050 yılına kadar karbon nötr hedeflerine ulaşmayı amaçlayan taahhütlerde bulunmaktadır. Bu hedefler, sera gazı emisyonlarının sıfırlanmasını ve karbon ayak izlerinin minimize edilmesini öngörmektedir. Yenilenebilir enerjiye geçiş, enerji verimliliği, karbon yakalama teknolojileri ve ormanların korunması gibi stratejiler, bu hedeflere ulaşmak için kritik öneme sahiptir (IPCC, 2021). Ancak, sürdürülebilirliğin sağlanması için hâlâ ciddi zorluklar mevcuttur. Küresel ısınma, biyolojik çeşitlilik kaybı, su kaynaklarının tükenmesi, hava kirliliği ve doğal afetler, dünya çapında sürdürülebilirliği tehdit eden en büyük sorunlar arasında yer almaktadır. İklim değişikliği, dünyanın dört bir yanında kuraklıkların, sellerin ve orman yangınlarının artmasına yol açmaktadır. Bu bağlamda, iklim değişikliğiyle mücadele etmek ve adaptasyon stratejileri geliştirmek, sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin başarılmasında kritik bir adım olarak öne çıkmaktadır (Stern, 2007). Sonuç olarak, 21. yüzyılda sürdürülebilirlik, yalnızca çevresel bir mesele olmaktan çıkmış, ekonomik kalkınma ve toplumsal refah ile bağlantılı bir konuya dönüşmüştür. Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, bu küresel meselelere çözüm bulmaya yönelik önemli bir yol haritası sunmakta olup, tüm dünyadaki hükümetler, sanayi kuruluşları ve bireylerin işbirliğiyle daha sürdürülebilir bir geleceğe ulaşmayı amaçlamaktadır.

Bulut, E., ve Kurt, M. (2020). MÖ 3. ve 2. binyıllarda Mezapotamya'da sulama kanalları ve toplumsal yaşama etkileri. Fırat University Journal of Social Sciences, 30(2), 415-426. https://doi.org/10.18069/firatsbed.701578 

Paulette, T. (2012). Domination and Resilience in Bronze Age Mesopotamia. In J. Cooper & P. Sheets (Eds.), Surviving Sudden Environmental Change: Answers From Archaeology . University Press of Colorado. https://doi.org/10.2307/j.ctt1wn0rbs.12 

Adams, R. McC. (1981). Heartland of Cities: Surveys of Ancient Settlement and Land Use on the Central Floodplain of the Euphrates. University of Chicago Press, Chicago. Erişim adresi: https://isac.uchicago.edu/sites/default/files/uploads/shared/docs/heartland_of_cities.pdf 

Dumlu, A., Şahin, M., ve Şahin, M. (2023). Antik Mısır’da Eğitim. EKEV Akademi Dergisi(93). https://doi.org/10.17753/sosekev.1239849

Hansen, V. (2000). The Open Empire: A History of China to 1600, New York & Londra: W.W. Norton & Company.

de Crespigny, R. (2007), A Biographical Dictionary of Later Han to the Three Kingdoms (23–220 AD), Leiden: Koninklijke Brill. Erişim adresi: https://brill.com/display/title/8595

Bielenstein, H. (1980). The Bureaucracy of Han Times, Cambridge: Cambridge University Press.

Yıldırım, E. ve Gökşen K. L. (2023). Harappa–İndus medeniyetlerinde mühürler. History Studies, 15(1). https://dergipark.org.tr/tr/pub/historystudies/issue/81289/1403699

Molotokienė, E. (2020). A philosophical analysis of the concept of sustainable development. Regional Formation and Development Studies, 2(31). https://e-journals.ku.lt/journal/RFDS/article/755/info

Özgüner, E. (2024). Hammurabi Kanunları Işığında Eski Babil Devletinde Tarımsal Faaliyetler. Van İnsani Ve Sosyal Bilimler Dergisi(7), 154-167. https://doi.org/10.62068/visbid.1466043

Bilgili, M., Aslantürk, O., ve Firidin, E. (2016). Monotheistic religions in terms of environment and sustainability. Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Dergisi, 5(9), 143-151. https://dergipark.org.tr/tr/pub/sbed/issue/20718/221409

Collingwood R.G.(1945). İdea of Nature(Doğa Tasarımı), (çev. Kurtuluş Dinçer),Ankara, İmge  Kitabevi,1999.

Asimov, Isaac (1982). Asimov's Biographical Encyclopedia of Science and Technology. Garden City, N.Y. : Doubleday.

Wikipedia. (2024). Rönesans'ta bilim tarihi. Wikipedia. Erişim adresi: https://tr.wikipedia.org/

Özdağ U.(2005).Edebiyat ve Toprak Etiği, Amerikan Doğa Yazınında Leopoldcü Düşünce, Ürün Yayınları, Ankara.

Leopold, A. (1949). A Sand County Almanac. Oxford: Oxford University Press.

McKibben, B. (1989). The End of Nature. New York: Random House.

Hughes, T. P. (1993). Networks of Power: Electrification in Western Society, 1880-1930. Baltimore: Johns Hopkins University Press. Erişim adresi: https://monoskop.org/File:Hughes_Thomas_P_Networks_of_Power_Electrification_in_Western_Society_1880-1930.pdf

Cohen, Michael P.(1988). The History of the Sierra Club 1892-1970. Random House, Inc.

United Nations. (1972). Report of the United Nations Conference on the Human Environment, Stockholm, 5–16 June 1972. United Nations Publications.

United Nations. (2015). Transforming our world: the 2030 Agenda for Sustainable Development. United Nations.

United Nations. (2000). Millennium Development Goals Report. United Nations.

United Nations. (1972). Stockholm Declaration on the Human Environment. United Nations.

Gielen, D., Boshell ,F., Saygın, D., Bazilian M. D., Wagner  N. ve Gorini, R. (2019). The role of renewable energy in the global energy transformation. Energy Strategy Reviews, 24. https://doi.org/10.1016/j.esr.2019.01.006

Geissdoerfer, M., Savaget, P., Bocken, N. M., & Hultink, E. J. (2017). The circular economy – A new sustainability paradigm? Journal of Cleaner Production, 143. https://doi.org/10.1016/j.jclepro.2016.12.048

IPCC (2021). Climate Change 2021: The Physical Science Basis. Intergovernmental Panel on Climate Change.

Stern, N. (2007). The Economics of Climate Change: The Stern Review. Cambridge: Cambridge University Press.